Ölümün birkaç suretiyle, birkaç kez karşılaştım ve ondan korkmadığımı anladığımda çocuk sayılacak yaştaydım, üstelik savaş alanında kendimle yaşıt askerlere komuta ediyordum.
Savaş alanında öğrendim ne öğrendiysem ve inanmadığım hiçbir şey için savaşmadım. Verilen emri sorgulayıp, “oradan gidilmez, buradan gitmeliyiz” diyerek faydalı bir şey söylediğimi düşünürken azar işittiğim de oldu, haklı çıkışımın sessizlikle geçiştirildiği de… İşin aslı şu denge siyasetini bir türlü öğrenemedim.
Ben bir askerim ve kanunlarımız Harp Malulü olarak emekli olduğum için öldüğümde beni bir manga askerin asker selamı vererek gömmesi hakkını vermiş. Yaşarken pek bir hak vermeyen kanunlarımızın, öldükten sonra yararlanılmak üzere verdiği bu hak benim için büyük bir onur.
Fakat, yakın zamanda bir değerli arkadaşım bu hakkı, yani asker selamıyla gömülme hakkını yaşarken verdi bana, “asker selamıyla uğurlayıp, ebediyyen hayatından çıkardığını” köşesinde yazdı. Bu şanlı uğurlamanın sebebi ise Yılmaz Güney tartışmalarında, onun deyimiyle “çakallar ulurken, onlarla birlikte ulumam” imiş ve ben onu tanıyanlar arasındaki “tek fire” imişim. Ah benim o siyaset nedir, denge nedir bilmez tarafım, ben sosyal ağ üzerinde nüktedan ve lezzetli bir tartışma yaptığımızı zannederken, meğer çakal gibi uluyormuşum.
Hatay’a doğru yola çıkmak üzere olduğum gün okudum, yoldu, yerleşmeydi derken zaman geçti, ama unutmadım. Hatay’ın bir dağ köyünde karanlıkta bağıran çakalların sesleri çınlarken, değerli arkadaşımın alicenap asker selamına, mezardan dahi olsa karşılık vermeden olmaz, çünkü bir asker verilen selamı alır.
Aslında asıl sorun ne Yılmaz Güney ne de onun filmleri ve kriminal kişiliği, sorun Türkiye’deki tuhaf kamplaşma. Bu kamplaşmanın kökleri ve sembolleri var, geçen zamanda dersler alınmış, rotalar revize edilmiş olsa da sembollerle ilgili bir tartışma olduğunda herkesin bilinçaltı çekmeceleri açılıyor ve işte o anda olanlar oluyor.
Bu tartışmaya taraf olan çoğumuz sanat tarihçisi ya da eleştirmeni değiliz, genel kültür düzeyinde vicdani kanatlerimizi söylüyoruz. Zaten taraf olduğumuz şey esasen bir sanat yorumu da değildi. Yılmaz Güney’in adeta bir milli kahraman, bir halk kahramanı gibi anılması, Hasip Kaplan’ın mezarının başındaki ihtiram fotoğrafını çağrıştırıyordu.
Kriminal hayatını ve kişiliğini bir kenara bırakırsak, eğer bir sinema yönetmeni olarak değerlendirildi ise, o asla toplumsal gerçekçilik akımının ne öncüsü ne de en önemli şahsiyetiydi. İyi bir aktör olabilir, ama sayın sol gelenekçiliğin adını bile anmadığı çok daha iyileri var.
1960’ların önceki döneme göre daha özgürlükçü ortamında gelişen toplumsal gerçekçilik akımından söz açıldığında Metin Erksan, Atıf Yılmaz, Halid Refiğ gibi devleri görmemek nasıl kabul edilebilir?
Gecelerin Ötesi filminde, her mahallede bir milyoner yaratma politikasının, ilerde o mahallelerde nasıl zehirli çiçekleri de yetiştireceğini daha o yıllarda gören, 68’in bütün dünyayı saran ve nihayet Türkiye’ye gelen sorgu ve itiraz kültürünü daha 60’ların başında sinemasına yansıtan Metin Erksan nasıl yok sayılarak bütün bir Toplumsal Gerçekçilik akımı Yılmaz Güney ile başlatılabilir?
Türk sinemasının aldığı ilk uluslararası ödül yine Metin Erksan’ın Susuz Yaz filmine verilmiştir, Yılmaz Güney’in en akılda kalan uluslararası performansı ise, Mitterand’ların eteğine sığındığı Fransa’da ona kurdurulan Kürt Enstitüsü ve orada yaptığı bölücü konuşmasıdır. Kuşkusuz PKK’lı değildi ve fakat Türkiye’de etnik bölücülük de PKK ile başlamadı, ama hep aynı yolu adımladılar.
Kim bilir belki de değerli arkadaşımın dediği gibi “sosyalistliği de Kürtçülüğü de yüzeysel ve tutarsızdı” ve belki bu yüzden, belki de Mitterand’lara sığınmanın kirası olarak oynadı o emperyalist Kürtçü-bölücü rollerini, ama her iki durumda da gerçek bir solcu böyle bir kişiliği nasıl savunabilir? Emperyalizmin eteğine sığınan bir kişiliksiz, milliyetçi olunmadan solcu da olunamayacağını en iyi bilen aydınlardan biri tarafından nasıl olur da o büyülü “halk adamı” tüllerine sarılabilir?
Geçmişinde, Lenin’in sorgulanmaz kabul ettiği fikirlerinin, kendilerini Türk cumhuriyetinin ve devriminin ilkelerinden uzaklaştırdığını gören bir aydın, nasıl olur da aynı geçmişin o tutarsız ve kişiliksiz sembollerinden birini bugünün aydınlanmış koşullarında savunabilir?
Ölmeseydi ne yapacağını bilemem, ama tarihte kalan olaylar, temenni ile karışık öznel olasılıklarla, “biraz daha yaşasaydı” şeklinde başlayan cümlelere konu edilirse, gerçeğe nasıl karar vereceğiz? Kim bilir, ölmeseydi belki Vahdettin de son nefesinde nedamet getirip, “halt ettik, memleketi teslim ettik” diyecekti, kim bilebilir?
Ama biz olguya bakıyoruz değil mi? Bir Türk aydını, her ne sebeple olursa olsun Türk milletine ve Türk devriminin niteliğine zarar veren, saldıran ve bunu düzeltemeden ölen herkesi yaptığıyla yargılar, yapmadığıyla değil. Nitekim Mekke Şerifi Hüseyin, sürgünde ölürken ihanetinin pişmanlığını yüksek sesle dile getirmiş, ama bugün hala hain olarak anılmaktan kurtulamamıştır.
İyi ya da kötü, ama bir nedenle tarihe mal olmuş kişileri eserleri ile ayrı, görüşleri ile ayrı kişilikleri ile ayrı değerlendirsek, ottan çöpten, halk kahramanları yaratmasak, asıl anılması gereken sanatçıları da unutmasak olmaz mı?
Olmuyor, çünkü adalet ve hakikat ayrı düşmüş kardeşlerdir, bu yüzden çoğu zaman adalet hakikatsiz tecelli eder, hakikat ise adaletsizliğe mahkum olur. Hele benim gibi denge bilmez, siyasetten anlamazların hiç şansı yoktur.
O kadar yoktur ki, vaktiyle facebook’ta “Nevruz Türk bayramıdır ve bu bayramı Kürtçe kutlamak, PKK’nın sembolleşmiş sloganlarını tekrar ile onlara destekten başka bir şey değildir” diye yazmıştım ve yine arkadaşım sandığım biri Whatsapp’tan bana faşist olduğumu yazarak benimle irtibatını kesmişti. Ne bileyim ki, bu eski “arkadaşım” da, baskısı bitmiş kitaplarımı bastırmak için yazıştığım yayınevi sahibinin GYY olarak işe aldığı kişi imiş. Ben de oturmuş düşünüyorum, bu yayıncı ilk konuşmamızda çok iyi karşılamasına rağmen neden tek kelime geri dönüş yapmadı diye…
Dedim ya, bu denge bilmezliğim, siyasetten anlamazlığım ilk değil, inandığı şeyi her yerde söylemeye alışmış biri için bırakın kitaplarını bastıramamayı, arkadaş kaybetmek hatta ölmek bile hiç uzak ihtimaller değil. Ve hep ihmal ediyorum, görünürdeki saflaşmanın bir de görünmeyen, geçmiş saflaşmalardan kalma ama hala yok olmamış gölgeleri var. Ansızın çıkıveriyorlar hortlak gibi…
Nazım’ın oğlu saydığı Memet Fuat’ın Nazım Hikmet biyografisini okumuşsunuzdur. Oradan alıntılayarak, 1921’de Vala Nurettin ile birlikte Milli Mücadele karargahından aldıkları emirle Bolu’ya öğretmen olarak atanmalarına rağmen her ne sebeple olursa olsun, kaçarak Moskova’ya gitmelerini eleştirdim. Kuvay-ı Milliye destanını, kendisini hapisten çıkarma kampanyasının sürdüğü 1939’a kadar neden yazmadığını eleştirdim. Benim de doğru bulmadığım Kore Savaşı sırasında, benim bile kabul etmeyeceğim tutumunu eleştirdim. Ve Dev-Yol davasından İsviçre’ye siyasi mülteci olarak sığınmış doktorun bilinçaltı çekmeceleri açılıverdi “Nazım’a vatan haini diyemezsin.”diye bağırdı bana. Zaten öyle dememiştim, ama dedim ya o denge-siyaset bilmez tarafım mahkumdur hakikatsiz adaletlere.
Hüseyin Nihal Atsız’ı, Türk düşmanı Ebussuud’a ölçüsüz övgüleri yüzünden eleştirdim Vahdettin’i hiç hak etmediği ve kendisi de kabul etmediği halde “Türk hakanı” dediği, vatana ihanetini de kabul etmediği için eleştirdim. Ne oldu dersiniz, bazıları çok yakın arkadaşlarım olan çok kişinin hışmına uğradım.
Ne 12 Martlar, ne 12 Eylüller görmüşüz, hapisler, işkenceler zulümler hiç biri yetmemiş, olayları sadece millet menfaati penceresinden değerlendirmeyi öğrenmemize.
İşte Hamas-İsrail çatışması hızla bir bölge savaşına doğru gidiyor. Bakın ahaliye bir kısmı Hamascı, bir kısmı İsrailci ve Hamas ile İsrailden beter vuruyorlar birbirlerine. Oysa bu savaşın Türk milleti için doğuracağı sonuçlar, tarafların bizim tarihimizdeki yerleri, Türk çıkarlarına yararlı ya da zararlı geçmişleri, yarının olası sonuçları, kaç kişi tarafından soğuk kanlılıkla, taraf olmadan anlatılıyor? 11 Eylül, Irak, Suriye ve Libya savaşları, Doğu Akdeniz’de süren gerginliğin dünü kimseye bir ders vermemiş, verememiş.
Herkesin bilinçaltı çekmeceleri açılmış yine, siyasal İslamcı ile romantik solcu bir tarafta, NATO’cu ile Soros’cu diğer tarafta. Bir taraf Hümanizmden, diğeri Osmanlıdan gaza nağmeleriyle yapıyor analizini. Tv başında milyonlar bu iki vahşi ve acımasız kardeşin asırlardır süren ve emperyalizm tarafından her şekilde kullanılan din kılıflı toprak ve su kavgasına taraf yapılmaya çalışılıyor.
Kaç kişi gördünüz, “bu savaşı Filistin tarafı kazanırsa şunlar olur, Türkiye şöyle etkilenir. İsrail kazanırsa böyle olur, Türkiye böyle etkilenir” diye somut ve tarihi veriler ışığında soğuk kanlı analiz yapan?
Şu medetsiz sonbahar akşamında, herkese itidal ve akıl temenni ediyorum. Beni gömen arkadaşıma da gömdüğü mezardan selam ediyorum ve içilen bir bardak çayın hatırına itidalle yazmalıyım ki, çakallarla uluyana asker selamı vermek, verenin ayıbıdır. Asker selamıyla gömdüğüne çakallık yakıştırmak, gömenin ayıbıdır. Bu hikayedeki askerin ayıbı da bildiğini ve inandığını denge ve siyaset gözetmeden, çakallık yapmadan açıkça söylemesidir. Bu yaşına kadar biraz daha çakallık öğrenmeliydi, ama kumaşında yok.
Oktay Yıldırım
Hatay