Ulusların Ruhunu Değiştirme Görevi
Türk Ordusu’na ve buna paralel olarak devlete dayatılan dönüşüm 1980’lerden sonra ABD tarafından bütün dünyaya dayatılan Neo-liberalizmle başladı.
Chikago ekolünün temsilcileri hem Batı kampının lokomotif devletlerinin hem de takipçilerinin başına geçtiler: Reagan, Thatcher, Özal, vs… Bu, dünya için sadece bir ekonomik dönüşüm değildi. Thatcher: “Görevimiz sadece ekonomiyi değil, ruhu değiştirmektir” diye anlatıyordu.
Türkiye Laboratuvar, Türk Milleti Denek Olacak
1990’lar, Sovyetlerin çatırdadığı, Balkanların parçalanmaya başladığı yıllardı. Yeni dünya düzeni böyle istiyordu. Devletler etnik ve dini temelde küçük parçacıklara ayrılmalı, böylece sermayenin hareketi daha da kolaylaşmalıydı. Dünya, uydurma kimliklerle kurulmuş, ucuz işgücü ve pazar devletlerinden ibaret olmalıydı. Böylece Orta Doğu petrollerini en ucuz yollarla sömürebilmek daha da kolaylaşacaktı. Masal hep aynıydı: Demokrasi götürmek. Oradaki İslami rejimlerin otoriterliği Amerika’nın öğreteceği yeni model ile medenileştirilecekti.
Kuşkusuz bu cerrahi operasyonun ana üs bölgesi olarak düşünülen Türkiye Cumhuriyeti’nin yapısı da buna paralel olarak esnetilecekti. Türkiye bir siyaset laboratuarı olarak düşünülüyordu, Türk milleti de denek.
Projenin mimarlarından biri olan ABD Ulusal Güvenlik Konseyi Türkiye Masası Şefi Graham Fuller, 26 Şubat 1990’daki bir röportajında, “Türkiye’nin artık devlet düzeninde ve güncel hayatta dine daha fazla yer veren, Ortadoğu’ya demokrasi ile İslam’ın bir arada yürüyebileceğini gösteren bir model olmasıgerektiğini” söylüyordu.[1]
Buna ılımlı İslam diyorlardı.
Laik Devletin Nakşibendi Cumhurbaşkanı Özal
Ilımlı İslam deyince kast edilen, İslami kuralları devlet düzenine daha da yumuşatarak eklemlemek değildi. Aslında ABD’ye göbekten bağlanacak bir dini rejimden söz ediliyordu. Suudi Arabistan, Katar, Birleşik Arap Emirlikleri gibi krallıkla yönetilen katı ve yobaz rejimler, bu modelin en önemli temsilcileri olacaklardı. Amerika’nın bunlarla ilgili en ufak bir insan hakkı ihlali eleştirisi yapmazken, petrolünü millileştiren ve kendisine karşı en sert muhalefeti yapan İran’ı ya da Irak’ı şeytanlaştırmasının nedeni buydu.
Laik ve üniter bir ulus devlet olan Türkiye’nin başına getirilip oturtulan Özal da, Tıpkı Barzani gibi “Nakşibendî müridi ve Kürt olduğunu” söylüyordu, Türk devlet geleneğinin bütünüyle dışında biriydi. Bu da ABD’nin kullanımı için en uygun adam olmasının bir diğer sebebi idi. Zaten 24 Ocak kararları ve 12 Eylül’ün zoruyla Türk ekonomisini batıya bağlamıştı, şimdi sıra milli ruhun ve milli sınırlarındeğiştirilmesine gelmişti.
Artık Türkiye’ye de Atatürk’ün mirasından koparak, Osmanlı hayaliyle Ortadoğu ve Orta Asya’ya yönelmesi dayatılıyordu. Amerikan raporlarında Nakşibendilik ve Nurculuk Türkiye için modernizmin ve gelişmenin yolu olarak gösteriliyordu.[2]

Öyle ya, cumhurbaşkanımız bile Nakşibendi ve Kürt idi. O günlerde ABD eliyle hazırlanan FETÖ’nün bile baş ucunda yeri vardı. KenanEvren ile başlayan karanlık cumhurbaşkanları serisinin ikinci ve bence en önemli ismi idi. Yaptıkları ve arkasında bıraktığı izlere doluşan siyasi takipçileri ile Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı sıfatını değilse bile, bu karanlık sıfatı hakkıyla taşıdı…
TSK’ya Geceyarısı operasyonu
Özal için Ortadoğu’da yeni düzen, İsrail-ABD-Türkiye üçgeniyle kurulabilirdi. Ona göre Türkiye tıpkı ABD gibi eyaletlere bölünmeli ve Başkanlık sistemiyle yönetilmeliydi.[3] Ordu bu dönüşümde en önemli rolü oynayacaktı. Zaten bir NATO ordusu değil miydi? Tıpkı Kore’de olduğu gibi “gel” dedikleri zaman koşa koşa gidecekti. Şimdi de Ortadoğu’daki küresel askeri harekâtlara destek olabilecek şekilde bölgesel bir görev kuvveti, başka deyişle taşeron ordu olmalıydı. Sevr’de dayatılan ve Milli Mücadele ile tarihin çöplüğüne atılan Kürdistan projesi dahil olmak üzere önlerine konulan her değişikliğe boyun eğmeliydi.
Peki, ordu bu projeyi kabul edecek miydi?
İki Genelkurmay Başkanı, sırf bu projeye uyumsuzlukları yüzünden bir gece yarısı operasyonuyla emekli edilmişlerdi. Siyasi tarihimizde “iki Necdet vakası” olarak isim bile konulmuştur. Necdet Üruğ ve Necdet Öztorun’un tasfiye edilmesinin esas nedeni ABD’nin Kürt bölgesi projelerine razı olmamalarıydı. 1986 yılında Amerikan Savunma Bakan Yardımcısı William Taft, İran’ın Musul ve Kerkük’e sahip olması ihtimaline karşılık, Türkiye’nin Irak’ın kuzeyine girerek, orada, bir sonraki adımda birlikte federasyon oluşturacağı bir Kürdistan kurulmasına yardımcı olmasını istiyordu. Bu teklif daha önce 1960, 1964 ve 1974’te de yapılmış ama kabul edilmemişti.
Genelkurmay’ın Direnişi
Necdet Üruğ da bu plana karşıydı ve Taft ile görüşmeyi dahi reddederek tavrını göstermişti. Bununla kalmayıp, kendisinden sonra Genelkurmay Başkanı olacak olan Necdet Öztorun ile birlikte 2000’li yılların başına kadar komuta kademesini ve kritik komutanlıkları belirleyen, “2000’ler Planı” olarak da bilinen bir plan hazırlamıştı. Bu doğrultuda da 3 ay önceden emekli olacaktı.[4]
ABD’ye karşı hazırlanan bu plan, Özal tarafından bozuldu. Bir tertiple her iki komutan da emekliye sevk edildi. Bakanlar kurulunu bile bu işe razı edememişti ama bu tip iktidarların hep bir B planları olurdu, legal ya da illegal.
Özal’ın da vardı.
Elinde, imzalı ama içeriği boş Bakanlar Kurulu Kararları vardı, bir tür açık çek gibi… İllegaldi, sahtecilikti ama vardı. Bakın, Ergenekon-Balyoz dönemlerinde FETÖ ile omuz omuza duran sözde darbe karşıtı demokrasi havarisi Hasan Celal Güzel durumu nasıl anlatıyor: “Bakanlar Kurulu Kararını ben hazırladım. Her ikisinin de emekliye sevk edilmesi hakkında. Ve hazır bir kararnameye koydum. Yani daha evvel imzalanmış kararnameler vardı bizde; bu da çok tartışma götürür bir şeydir tabii…”[5]
Genelkurmay Başkanları böyle harcanmıştı.
Demokrasi tartışmasına gerek yok, resmen suç işliyorlardı ve bunu Amerikan çıkarlarını korumak için yapıyorlardı… Bu adamlar da yıllarca Türk milletine, “Türk Milliyetçisi” olarak yutturulmuş, pirincin içindeki beyaz taşlardı.
Diğer emrivaki Körfez Kriziydi.
Özal Genelkurmay ve hükümeti devre dışı bırakarak, ABD’lilerle görüşüyor ve Irak’ı işgal planları yapıyordu. Hatta bunun için Çankaya Köşkünde bir “savaş odası” bile hazırlatmıştı.[6]
Dönemin Genelkurmay Başkanı Necip Torumtay, Özal’ın ABD’yle birlikte Irak’a girme ve böylece “1 koyup 20 alma”[7] projesine katılmadı. Turgut Özal’ın baskılarına boyun eğmeyerek Türkiye’nin hem de Irak’ın toprak bütünlüğünü korumak için 1990 yılının son günlerinde istifa etti.
Özal’ın Kafasındaki Ordu Modeli
Özal’ın kafasındaki devlet modeli Amerika olunca, ordu modeli de bildiğini sandığı Amerikan ordusu gibi oluyordu. Ancak o yıllarda Amerika’nın aslında nasıl bir askeri devlet olduğunu, ordunun devlet yönetimi üzerindeki o benzersiz gücünü, ülkedeki 26 istihbarat kurumunun birkaçı hariç neredeyse tamamının askeri nitelikli olduğunu ya görmezden geliyor ya da gerçekten bilmiyordu. Çünkü kendisi, tamamen iki dudağı arasından çıkacak söze bağlı bir kraliyet ordusu hayal ediyordu.

Özal, canı istediğinde kendisini selamlayan bir şeref kıtasının önüne donla çıkabilmeli ama bu ordu şerefiyle oynandığından yakınmadan onun emrettiği yere hücum edebilmeliydi. Ordu Milli çıkarları düşünmemeliydi, Özal parmağını şıklattığında hazır ve nazır olmalıydı. ABD ile birlikte Irak harekâtına katılmayı sadece siyasi nedenler ileri sürerek değil, aynı zamanda teknik nedenler de ileri sürerek reddeden Necip Torumtay’ın istifasının hemen ardından Özel Kalem Müdürü Engin Güven’e şöyle diyordu: “Böyle bir anda işime yaramayacaksa ben bu orduyu niye besliyorum.”[8]
Orduyu kendisinin beslediğine inanıyordu.
Oysa orduyu millet besliyordu ve böyle bir anda ordu, milletine en faydalı olacak şekilde davranmıştı. Özal onun önüne Irak’a saldırması için bir hükümet direktifi koymuştu ama işe bakın ki, o belgenin altında olması gereken bakanları ve hatta cumhurbaşkanı olarak kendisinin bile imzası yoktu. Sadece Müsteşar imzalamıştı.[9]
Öyle bir ordu olmalıydı ki, önüne atılan bu boş kâğıtla hücuma kalkabilmeliydi.
Oysa Türk Ordusu o yıllarda başka türlü bir orduydu, terör sorununa Özal’ın bakışıyla Türk Ordusunun bakışı arasında büyük farklar vardı. Bir taraf ABD’nin geleceği uğruna bir Kürdistan kurmak için çalışırken diğer taraf bölünmez bütünlük ve ulus devlet yapısı için savaşıyordu. Bu bağlamda Türk Ordusu özal ve ABD’nin ilk düşmanıydı.
Akılsız Başın Cezasını Millet Çeker
Peki, Özal’ın herkese söylediği gibi bu işin sonunda Özal’ın dediği gibi 1 koyup 3 hatta 20 almayı bırakın kayıplarımızı karşılayabildik mi?
Bakın size bu kayıpların sadece o yıllardaki birkaçını hatırlatayım. Evet, Irak’a asker sokmadık ama askeri üslerin kullanmasına izin verdik. Sırf Irak’ın da Türkiye sınırında asker tutarak güçlerinin bölünmesi için sınıra 180 bin asker kaydırdık. Bütün bunların harcamalarını Türkiye yaptı. Kerkük-Yumurtalık petrol boru hattı Özal tarafından büyük bir hevesle ve ambargo kararlarının dünyanın geri kalanı tarafından uygulanmaya başlanmasından çok önce kapatıldı. Bu sayede 900 milyon dolar alacağımız ve hattın geliri uçtu gitti. Irak ile bütün ticaret gelirlerimiz ve Irak’taki müteahhitlik hizmetlerimiz kesildi. Irak hükümetinden alacaklarımız kaldı…
Uluslararası ambargo kurallarına uyduğumuz için bu kayıplarımızın BM sözleşmesinin 50. Maddesi uyarınca karşılanması imkânı vardı.
İstedik.
Ne oldu biliyor musunuz?
ABD karşı çıktı. Bunun yerine körfez ülkelerinden gelen ve kaybımızın çok altında kalan sembolik bir yardım yapıldı. Adına da “Türk Savunma Fonu” dediler.[10]
Bütün kaybımız da yine gariban Türk vatandaşının sırtına yüklenen vergilerden karşılandı.
Oktay Yıldırım
Yarın: Askeri Tiyatro
Önceki bölüm: https://www.oktayyildirim.com.tr/basimiza-gelenler-2-sorosun-kuklalari/
Dipnotlar
[1] Cumhuriyet, 26 Şubat 1990, Ufuk Güldemir Graham Fuller röportajı; Graham Fuller bundan yıllar sonra da, mesela Foreign Affairs dergisinin Mart-Nisan 2002 sayısında yazdığı makalede aynı görüşleri tekrarlıyordu:
[2] Rand Corporation’un CIA görevlileri Paul Henze, Graham Fuller, J.F Brown ve Ian O Lesser’ın raporlarını topladığı, Turkeys New Geopolitiks From Balkans to western China, adlı kitabından akt: Hasan Bögün, ABD ve AB Belgeleriyle Türk Ordusu, s:62-66
[3] Işın Çelebi ve Güneş Taner’in beyanları, M.Ali Birand-Soner Yalçın, The Özal, s:325
[4] Hasan Bögün, ABD ve AB Belgeleriyle Türk Ordusu, s: 47
[5] M.Ali Birand-Soner Yalçın, The Özal, s:309
[6] H. Bögün, yaş, s: 49
[7] Necip Torumtay’ın Özal’dan duyduklarını aktardığı kendi sözleriyle, M.Ali Birand-Soner Yalçın, The Özal, s:432
[8] Ertuğrul Özkök, Hürriyet, 18 Ocak 2013
[9] M.Ali Birand-Soner Yalçın, The Özal, s:441
[10] Haydar Çakmak, Kriz Yönetimi ve TSK, Kaynak Yayınları, s:158


