Komando Sofrasında Amerikan Çatalı
Madem başımıza gelenleri yazıyoruz, bunları anlatmalıyım.
Türkiye’nin ABD ile birlikte Irak operasyonuna katılma planına karşı çıkan Gen.Kur.Bşk.Necip Torumtay’ın, Turgut Özal’ı uyardığı konulardan biri de, TSK’nın o yıllardaki teknik yetersizlikleri idi.
Peki, teknik yetersizlikler ve teçhizat eksikliği konularında Torumtay Paşa haklı mıydı?

Hem de yerden göğe kadar.
Bakın birkaç örnekle anlatayım.
O dönemde eğitim ve teçhizat bakımından en donanımlı birliklerimiz, kuşkusuz Kayseri Hava İndirme Tug., Bolu Komd. Tug., Hakkari Dağ ve Komd. Tug ve o zamanki adıyla Özel Harp Dairesi idi. Terörle mücadelenin bütün yükünü taşıyan birliklerdi bunlar. Her kış birkaç aylığına Bolu ve Kayseri’ye dönüp, onun dışındaki bütün yılı dağlarda geçiriyorlardı. Eğitimli ve tecrübeliydiler, fakat malzeme ve donanım bakımından ABD ordusundan neredeyse 50 yıl geride idiler. Hala 1947 Marshall Yardımı ile verilen malzemelerle savaşıyorlardı. Eski ve kullanıma uygun olmamasına rağmen, yemeklerini ABD eskisi mutfak ünitelerinde pişiriyor, U.S damgalı ve sırf bu damga yüzünden yamulsa bile zimmetten düşülemeyen çatal kaşıklarla yiyor, ABD eskisi araç ve silahlar kullanıyorlardı. Bütün bunlara rağmen harekat başarısı ve bugünle kıyaslanamayacak kadar yüksek olan caydırıcılık ise bütünüyle personelin eğitimi, disiplini ve mücadeleye inancıyla sağlanıyordu.
Timur’un Filleri İle Geziyorduk
Her krizde en ön safları dolduran Kayseri Hava İndirme Tugayı, Körfez krizinde de olası bir savaşta Irak’a ilk girecek birlik olarak huduttaydı. O yıllarda Hakkari’ye bağlı olan Beytüşşebap dağlarındaki ve gerçekten çok zor koşullarında, kayıplar vererek yürüttüğümüz terörle mücadele göreviniden, apar topar buraya gelmiştik. Ki, daha bir yıl önce zaten buradaydık.
Ya malzeme, silah ve teçhizatları? Onlar böyle bir savaşa girmeye uygun muydu?
Bu birliğin konuşlandığı Habur Sınır Kapısı’na gelinceye kadar geçtiği yolun iki tarafı, arızalandığı için yollarda kalmış, tanklar, kariyerler ve çamura saplanmış araçlarla doluydu. Tanklar, Amerika’nın Vietnam’da kullandığı külüstür M-48’lerdi. Kariyerler de Amerikan malı M-113 model yaklaşık 20-30 yaşında araçlardı. Reo marka Amerikan kamyonlarımız Timur’un filleri gibiydi… Benzini içer ama yol yürütemezdiniz. Jiplerimiz de Amerikan eskisi Willys’lerdi, her biri 30-40 yaşındaydı. Üs bölgesi içinde bile her gün bakım yapılarak yürütülebiliyordu.
En kullanışlı araçlarımız Alman malı Mercedes Unimoglardı. Onlar olmasa yerimizden kıpırdayamazdık. O kadar ki, hala o Ünimogları gördüğümde hayran hayran bakarım.
Amerikan İpine Türk Düğümü Atıyorduk

Helikopter o kadar azdı ki, uzay gemisi muamelesi görüyordu. Elimizde sadece Vietnam eskisi UH-1H ve U-100 modeller vardı. “çat-pat” diyorduk onlara. Sıcak havalarda, ortalama rakımı 2500 m. Olan bölgede yükselemez, 6-7 kişiden fazla taşıyamazdı. Gece uçma özellikleri yoktu. Silahlı helikopterimiz zaten yoktu. Ama hakkını yememeliyim, UH serisi bazı helikopterlerin bazılarının yanlarında TOW takılı olanları da vardı ve tarif edilen hedefe yüzlerce metre hatta bir olayda 1 km sapmayla atış yapabiliyorlardı.
Sırtımızda, Amerikan askerleri gibi soğuk iklim elbiseleri, yağmur geçirmez pançolar, ya da 300-500 gr. Ağırlığında, -20 derece soğuğa dayanıklı battaniyelerimiz de yoktu.
Hayal edin bunu… 
Bazı arkadaşlarımız Cudi’nin kışıyla baş etmek için pantolonlarının içine çadır naylonu diktirmeyi bile denedi. Pantolonun altına naylon kadın külotlu çorabı giymek, bulunan dâhiyane çözümlerden yalnızca biriydi.
Ve bizim yaptığımız şey, Amerikan ipiyle Türk düğümü atmaktan başka şey değildi.
Bir Askeri Tiyatro idi ve Biz Oynadık
Bütün bunlara rağmen kuşkusuz savaşmaktan aciz değildi ordumuz. Ama kimyasal silah kullanılırsa ne yapacaktık?
O günlerde, Türk Ordusu’nun caydırıcı gücünü öncelikle gözünün boyanması gereken Türk kamuoyuna ve dünyaya göstermek için, oldukça kalabalık bir yerli ve yabancı gazeteciler topluluğuna tatbikat/gösteri yapılacaktı. Dost-düşman sınıra gelen Türk Komandolarının gücünü görsün diye…
Bir grubumuz, gaz maskeleriyle 5 bin metre koşacaktı. Dosta düşmana, her koşulda savaşabileceğimizi göstermeliydik değil mi?
Koştular ama nasıl, biliyor musunuz? Hollanda yapımı 20-30 yıllık maskelerin birçoğunun filtreleri çalışmıyordu. Maskenin yanağa yapışan lastik kısmının, yanağa tam olarak yapışamaması sayesinde nefes alarak, baygınlık tehlikesi altında koştular, ama birliğin kondisyonu o kadar iyi idi ki, kimse bayılmadı, hiç biri yere düşmedi. Fark ettirmedik eksiğimizi.
Vietnam Eskisinden Füze yaptık
Bir başka grubumuz, beyaza boyanmış taş duvarlardan oluşan hedeflere tanksavar atışı yapacaktı. Tanksavar dediğim, 57 mm’lik GTT. Onlar da Vietnam eskisi. Mühimmatın büyük bir kısmının, kullanım ömrü dolduğu ya da evsafını yitirdiği için patlamama ihtimali yüksekti. Silahları, gazetecilerin göremeyeceği bir yere mevzilendirdik ki, müzelik olduğunu dünya âleme duyurmasınlar. Mühimmatın patlamama ihtimaline karşılık, toprak altından hedeflere çekilen elektrikli tahrip hatlarının görülmesi de imkânsızdı. Yani bazı mermiler patlamasa bile hedefler havaya uçacaktı.
Bir nevi, soba borusundan füze yaptık…
Daha sonra, beyaza boyanmış taş duvarlardan oluşan hedeflerin, birkaç saniye farklarla havaya uçmasına tanık olan gazetecilere, bu silahların “güdümlü tanksavar roketleri” olarak anlatıldığını duyduk. Tam caydırıcılık yani…
En gerçek gösteri, bir grup askerin yerden bitme pusuya karşı koymasıydı.
Yer altından fışkıran düşmanın pususuna karşı, yaklaşık 40-50 km hızla giden araçlardan, kovandan çıkan arılar gibi atlayan ve şimşek gibi manevralar yapan askerlerin, gazeteciler üzerinde yarattığı şaşkınlık görülmeye değerdi.

SAT timlerinin hareket eden Zodiac botlarının iki tarafından denize atlamalarını düşünün. Bizim adamlar da hareket halindeki Ünimogların iki yanından yere atlıyordu, Atladıkları yerde kimi hemen ateşe ateşle karşılık veriyor, kimi de manevra yapıyordu. G-3’lerin ucuna takılan ve manevra mermisi ile arka arkaya ateş etmeyi sağlayan manevra cihazlarından çok az vardı ve personel her defasında kurma kolu manevrasıyla atış yapıyordu. fakat o araçlardan atlayış kısmı o kadar görkemli idi ki, kimse bunun farkına bile varmıyordu.
Yolun kenarında yarı yatmış vaziyette arka arkaya denklanşöre basan bir yabancı gazeteci şöyle mırıldanıyordu: “Ohhh God! impossible, impossible…” gerçekten de etkilenmemek imkânsızdı.
Tiyatromuza Galebe Çalan Amerikan Tuvaletleri
Yani eğitimimiz, tecrübemiz ve geleneksel kararlılığımız dışında hiçbir şeyimiz yoktu dersek abartmış olmayız.
O günlerde, Çekiç Güç de yeni Hac Konaklama Tesislerine yerleşiyordu. Arkadaşlarımızdan biri, Amerikalıların attığı bir sahra tuvalet çadırını birliğe getirmiş ve kurmuştu. Üs bölgesindeki herkes çadırı görmeye gidiyordu. Su geçirmez brandadan imal edilmiş, muntazam bir kapısı, orijinal oturağı ve su deposu olan bir tuvaletti.
Biz ise, ya iç içe geçen aluminyum direklere ya da araziden kestiğimiz, kalın ağaç dallarına taktığımız pançolardan oluşan paravanı, arazide kazdığımız ve kenarlarına kütüklerden oturak yaptığımız çukurun üstüne kuruyorduk. Aramızdaki fark, işte böyle manzaralara neden oluyordu. Türk subayı, Amerikan kenefini görmeye gelirken Mehmetçik 30 yıllık gaz maskesiyle sınanıyordu.
Bütün bunları gözünüzde canlandırmaya çalışın.
Necip Torumtay Paşa haksız mıydı?
Cüneyt Arkın Filmlerinde Kalan Komutanlarımız
Kuşkusuz bunları göremeyecek kadar farklı dünyaları olan komutanlarımız da vardı. Çok yükseklerdeydiler, yeri görmüyorlardı bile…
Mesela bir grup arkadaşımız, olası bir savaşta, Irak’ın Habur köprüsünü imha etmesine engel olup köprüyü ele geçirebilmek için eğitim yapıyordu. Görev şöyle olacaktı: “bu arkadaşlarımız, hani komandolar ya…
Habur Çayını yüzerek karşıya geçeceklerdi, ardından yanlarındaki ya da o günlerde gülerek konuştuğumuz şekliyle, tıpkı Cüneyt arkın filmlerinde olduğu gibi ağızlarındaki komando bıçaklarıyla, köprü üzerindeki tahrip düzeneklerinin bağlantılarını keseceklerdi. Böylece bizim tanklar karşıya geçebilecekti.
Şaka yapmıyorum, gerçekten de bu düşünüldü.
Bu gruptaki herkes, yapılması istenen işin imkânsız olduğunu biliyordu. Çünkü aylardan Kasım’dı ve o yıllarda Habur Çayı kış mevsiminde değil insanı, içine tank girse tankı bile alıp götürecek kadar güçlü akıyordu.
Ama yine de eğitimini yapıyorlardı.

Bir söylentiye göre dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı Muhittin Füsunoğlu’nun emriydi. Arada bir helikopterle gelip gidiyordu. Çok yüksekten o köprüye bakarak… Yüzleri kamuflaj boyalı, Komado kazaklı timimiz de helikopterin gittiği irtifadan görebildiği kadarıyla eğitimini yapıyordu.
Özal’ın Amerikan hayallerinin ülke için yaratacağı siyasi çıkmaz bir yana, ordumuzun durumu da sadece personelin, eğitimi ve inancı ile orantılı idi. Irak’ın yanan petrol kuyularını ve yağmurla üzerimize yağan petrolü izlediğimiz o günlerde, bir yandan da terörle mücadele görevlerimizi sürdürürken bu durumdaydık işte…
Haksız mıydı Torumtay Paşa?
Güzel Şeyler de Vardı
Bu arada biz bunları yaşarken tuhaf, çok sıra dışı bir şey oldu.
Bir yıl kadar önce biz, yine Silopi’ye bağlı Koyunören köyünde idik. Oradaki üs bölgemizde Amerikan mutfak üniteleri ile çalışan mutfağımız, kendi ekmeğimizi pişirdiğimiz ve kendi yaptığımız fırınımız, toprağı kazar inşa ettiğimiz hamam, yarısı yer altına gömülü depolarımız ve kışın üzerlerini naylonla kapladığımız o büyük, eski çadırlardan oluşan bir üs bölgemiz vardı.
O yıllarda bölücü teröristler öğretmenlere yönelik alçakça eylemler yapıyordu. Nusaybin’in bir köyünde bayrak direğine asarak şehit ettiği öğretmenler, Bölücü Terör Örgütü’nün bölge halkının eğitimsiz kalması için uygulayacağı vahşetin sınırsız olduğunu göstermişti. Bölgeye atanan öğretmenler, eğer köylerinde askeri birlik yoksa gelmek istemiyorlardı. İşte bizim Koyunören’e gelişimizle, bir de öğretmen gönderilmişti ve o da bizimle birlikte kalıyordu.
Babasının “namahremdir, zaten yakında evereceğiz” diye okula göndermediği köyün küçük kızı Yeter, daha 9 yaşındaydı ve bu sayede tekrar önlük giymişti. Her rastladığımda cebimdeki çikolatalı gofreti alırken gözlerindeki sevinci hatırlarım hala. Okul da üs bölgemizin içindeydi.
Erzakımızı Köylü ile Paylaşırdık
Komando birlikleri eskiden erzaklarını 1/3 oranında arttırarak kullanırlardı, hala öyle mi bilmiyorum. Biz her ay sonunda kendi öğünümüzden arttırdığımız bu erzakı köylüye verirdik. Bl. Astsb’mız Ali Astsubayın etrafına toplanıp, dağıttığı tatlıları yutan çocukların mutluluğu bugün bile gözlerimin önünde.
Katı kurallarımız vardı, sadece Bl.K’nı ve Bl.Astsb’ı köylü ve muhtarla görüşürdü, biz köyün içine girmezdik, onlar da üs bölgemize gelmezdi. Köy etrafındaki bütün tepelerde YEU (Yakın Emniyet Unsuru) bulundurur, kalan kuvvet ile de operasyonlarımızı yapardık. Bizim için zor görevdi, ama köylü mutluydu, asayiş vardı. Devletin koruyan, kollayan eliydik.
Cudi’nin eteklerindeki bu köy ahalisi hayatından emin yaşıyordu. Teröristleri çevre köylerde bile dolaşamaz hale getirmiştik. Daha sonraki yıl Görümlü köyüne saldırmaları da bu sıkışmışlığın ve Amerikan desteğinden aldıkları cüretin sonucuydu. Görev süremiz bitince oradan Beytüşşebap’a gitmiştik ve bir yıl kadar sonra Körfez Krizi ile de geri gelmiştik.
Kayseri Hv.İnd. Tug.’nın da Silopi’ye geldiğini duyan köylünün toplanıp Hac Konaklama Tesisi’ne geldiğini duyduk. Tugay Komutanına, “Bölüğümüzü bize geri gönderin, biz onları geri istiyoruz” diye başvurmuşlardı. Bunun daha önce başka yerde olup olmadığını bilmiyorum, ama çok değerli bir şey olduğunu düşünüyorum.
Yıllar sonra gazi arkadaşım Koray Gürbüz’ün yazdığı UNUT-MAYIN isimli kitapta, Uzman çavuş Cengiz Özerden, Cudi’nin eteklerindeki Görümlü ve Koyunören köylerini anlatırken Koyunören için, “teröre destek veren köylerden biriydi” dediğini okuyunca burnumun kemiği sızlamıştı. O köyler, hatta bu ülke bu hale nasıl gelmişti?
Bunu anlayabilmek için Özal’ın Amerikan hayallerine ve savaşa geri dönelim.
Oktay Yıldırım
Yarın: Şırnak’taki Bayrak silahla Korundu
Önceki Bölüm: https://www.oktayyildirim.com.tr/basimiza-gelenler-3-laik-devletin-naksibendi-cumhurbaskani/


