Uğur Mumcu Suikastı Nasıl Perdelendi
Eşref Bitlis suikastı ile aynı yıl işlenen Uğur Mumcu cinayeti de kamuoyuna yansıtıldığı gibi değildi.

Belirtmemiz gerekiyor, Uğur Mumcu’nun öldürülmesini İslami Kurtuluş örgütü olarak bilinen bir örgüt üstlendi ve kamuoyunun tepkileri de başarılı medya operasyonlarıyla İran üzerine yönlendirildi. Türkiye’nin İran’a cephe alması sağlanmaya çalışıldı. Evet, Uğur Mumcu laiklik hassasiyetleri yüksek bir gazeteciydi ve İran da yönetiminin doğası gereği rejimini ihraç etme eğilimi taşıyordu ama bunun için neden bütün Türkiye’nin tepkisini çekecek bir cinayet işletsindi? Çünkü o sırada İran’ın da en çok ihtiyacı olan şey bölgede Amerikan karşıtı müttefikler bulmaktı. Rusya ve Çin ile geliştirdiği ilişkilerin nedeni buydu… Tam da Türk komutanların, Rusya ve Çin’den silah almaya başlayıp, Amerika’ya karşı bir Avrasya olasılığını gündeme taşıdıkları dönemde böylesine aptalca ve toplumun nefretini kazanmaktan başka hiçbir sonucu olmayan bu eylemi neden yapsındı? Bu hiç sorgulanmadı. Kaldı ki, laiklik konusunda İran’dan daha büyük tehdit olan Suudi Arabistan, Katar gibi devletlerin, Amerika’da yayınlanan raporlarda hiçbir zaman adı bile anılmıyordu. Çünkü müttefikleriydi, onların topraklarında üsleri vardı.
Uğur Mumcu’nun cenaze töreni bir laiklik ve demokrasi mitingine dönüştü. Bu cinayetin sonuçlarından en karlı çıkan Amerika ve İsrail olmuş, böylece Türkiye ile İran arasında olası bir yakınlaşma da önlenmişti. En önemlisi Türk Ordusu içindeki Amerikan yanlıları daha da güçlenmişti. Kardeşi Ceyhan Mumcu, Uğur Mumcu’nun öldürülmeden hemen önce ABD-PKK ilişkisi üzerine çalıştığını, İran’ı hedef alan bir tek yazısının olmadığını hem basına hem Ergenekon dava tutanaklarına defalarca kaydetti.
Aynı bilgileri Mamak Cezaevinde birlikte yattığı Hikmet Çiçek de defalarca anlattı.(1)
Uğur Mumcu’nun Katilleri Kurtarıldı
Ama kim ne anlatsa, liberal solun kontrol ettiği basının çabasıyla bu perde kalkmıyordu. Bir süre sonra Uğur Mumcu’nun yakalanan ve tam konuşmak üzere olan katilleri Şebnem Korur Fincancı tarafından ve
fiilen muayene dahi edilmeden verilen düzmece bir işkence raporu ile kurtarılacaktı. Fincancı, Ergenekon mahkemesine de müdahil olmaya çalışınca bu gerçek Ceyhan Mumcu tarafından açıklanacaktı.
Fincancı’nın avukatlığını ise bebek katili Abdullah Öcalan’ın avukatları yapacaktı.
Bölücü Teröre Pansuman Yaptılar
Bu arada 1992 Irak harekâtından hemen sonra Batı dayatmalarıyla uygulamaya konulan sözde bir ateşkesle, beli kırılan PKK’nın yeniden toparlanmasına izin verildi. Askerin belini kırdığı teröriste siyaset kurumu pansuman yapıyordu.
Koca Türk Ordusu, açılım zamanında olduğu gibi dağdan elini çekmişti, mesela biz (1. Komd. Tug.) o sırada Bingöl-Genç karayolunda her sabah 5 km. koşmakla meşgul ediliyorduk, teröristler ise saldırı hazırlıkları yapıyordu. Bingöl’de 33 silahsız askerimizin katli, arkasından Sivas’taki Madımak otelinde 37 aydınımızın Alevi oldukları için yakılarak öldürülmesi, hemen birkaç gün sonra Sivas’ın Başbağlar köyünde bu kez 34 Sünni vatandaşımızın kurşuna dizilerek katledilmesi Gladyo’nun, Türk ordusunun milli direnişine verdiği cevaplardı. Belirtmeliyiz, Sivas Başbağlar’daki katliam, ABD güdümüne girmiş olan PKK’nın Alevi vatandaşlarımızı kışkırtmak ve kendi saflarına çekebilmek için yaptığı bir eylemdi. Ve 33 Mehmetçiğimizin katledildiği günlerde, Başbakan Vekili Erdal İnönü, MGK ve Bakanlar Kurulu’ndan geçen PKK’ya af kararnamesini geri çektiğini duyurdu. Vatansız sol ile milletsiz sağ koalisyonu batı yanaşmalığı uğruna şeytanla bile işbirliği yapabiliyordu. O kadar ki DYP ve SHP kısa süre önce verdikleri anayasa değişikliği teklifinde, milletvekili yemininde yer alan “laik cumhuriyete ve Atatürk ilke ve inkılaplarına bağlı kalacağıma” cümlesi ile “vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğü” cümlesindeki “millet” kelimesinin kaldırılmasını istemişlerdi. Çünkü Avrupa, uzattığı üyelik havucunu göstererek öyle istiyordu.
Komutanlar Avrasya’ya Bakmaya Başladı
Aynı yıllarda Türk Ordusu silah ve donanımda ABD’ye tek taraflı bağımlılığı ortadan kaldırmak amacıyla Rusya ve Çin’den silah almaya başladı. Bazı askeri yardım ve işbirliği anlaşmaları imzalandı. Bu yıllar ordu komuta kademesinin ABD kaynaklı tehditlere karşılık olarak Avrasya seçeneğini de yüksek sesle konuşmaya başladıkları dönemdi. MGK Genel Sekreteri Tuncer Kılınç da bu açıklamasının bedelini yıllar sonra kumpas davaları ile ödeyecekti.
Aynı yıl Özel Harp Dairesi’nin yapısı değiştirilerek Özel Kuvvetler’e dönüştürüldü ve bölücü teröre karşı daha yoğun görevler verilmeye başlandı. Bu da bölgeye yerleşen Amerika için önemli bir tehditti, çünkü bu değişiklik ABD’nin bölgeye gelişi ile değişen dengeler ve bölgenin yeni siyasi çerçevesi öngörülerek yapılmıştı.

Türk Ordusunun laik ve milliyetçi gibi görünen yapısı, Amerika’nın dayattığı mezhep ve etnik temelli kışkırtmaların önündeki en önemli engeldi. Aslına bakılırsa, bu durum da gerçekten Kemalist olan ve cumhuriyetin geleceğini düşünen birkaç komutanın tutumundan ibaretti. Genele yayılmış böyle bir ideolojik bilinç yoktu, eğer olsaydı Ergenekon-Balyoz kumpasları yapılamaz, FETÖ müritleri terfi üstüne terfi alamazdı. Az sayıdaki Kemalist komutanlar dışında kalan müstakbel komuta kademesi, pragmatist ve her duruma uyum sağlama potansiyeli olan çok sayıda isim barındırıyordu. Bunu da yıllar içinde burnumuzun kemiği sızlayarak gördük
Amerika’nın Ortadoğu’da istediği model, küçük etnik ve mezhep devletçiklerinden oluşan, kendisine bağımlı ve birbirleriyle sürekli gerginlik halinde olan çok parçalı bir yapıydı. Buna “Avrasyalı Balkanlar” diyorlardı, Bütün Ortadoğu tıpkı Balkanlar gibi paramparça edilmeliydi. ABD’nin büyük ulus devletlere tahammülü yoktu. Oysa Türkiye’deki rejim bizatihi ordunun eseriydi. O halde ilk önce ordu dönüştürülmeliydi.
Erbakan’ın Kafasındaki Ordu
Siyasal islam bir ABD projesi idi ve bu fikrin siyasetçileri de daima ABD’nin en kullanışlı ortakları oldular. Söylem düzeyinde çizdiği sınırlara rağmen, pratikte güttüğü politikalar ve verdiği kararlarla Erbakan bu siyasetçi tipinin en önemli temsilcisi idi. Ve Erbakan’ın da, ABD tasavvuruna uygun bir ordu projesi vardı.
30 Ekim 1993 tarihli bir röportajında, 40 kişilik bir emekli askerler grubunun bu proje üzerinde çalıştığını söylüyordu. İktidara gelince hayata geçireceğini söylediği ordu kaba hatlarıyla şöyle olacaktı:
- Ordunun Atatürk tabusu olmayacaktı.
- Ordu inançlı kişilerden oluşacaktı.
- Refah Partisi’nin programı ordunun ideolojisi olacaktı.
- Ordu ABD ve Avrupa etkisinden kurtarılacaktı.
- Kendi silahını ve kendi harp sanayini kuracaktı.
- NATO’dan çıkacaktı.
- İslam Ülkeler birliği kurulacak ve İslam ülkeleriyle yeni bir askeri ittifak oluşturulacaktı.
- Ordunun uluslararası caydırıcılık gücü çok fazla olacaktı.
- Olası bir savaş durumunda ordunun silah ve savunma donanımı çok yüksek olacaktı.
- Ordu darbeci gelenekten sıyrılacaktı.

Kuşkusuz Erbakan da bu anlattıklarının hayalden öteye gidemeyeceğini biliyordu. Hava Kuvvetlerinden bir tek uçağı bile Amerikan yazılımı olmadan uçuramayacağı bir ordunun hangi caydırıcılığından söz edilecekti? Bunlar iç kamuoyuna, kendisine oy veren Milli Görüş tabanına yönelik söylemlerdi. Ama Erbakan’ın Amerika ile devam eden görüşmeleri Erbakan’ı farklı bir noktaya götürürken, Amerika’nın da kendi planları vardı.
Zaten Erbakan kısa süre sonra iktidara geldiğinde bu proje için çalışan bir grubun olmadığı da ortaya çıkacaktı. Yani bunlar laftan ibaretti. Erbakan, orduya İmam Hatipli subayların alınması için bazı girişimler yapacak ama ordu projesi bunun ilerisine geçemeyecekti.
ABD’nin Ortağı Müslüman Erbakan
Seçimlerden kısa süre sonra, 1994 yılı Ekim ayı içinde ABD’de yayınlanan bir rapora göre Erbakan Ortadoğu’da temas kurulabilecek tek ılımlı İslami lider olarak gösteriliyordu.[2] Aynı ay içinde tekrar ABD’ye gitti ve Georgetown Üniversitesi’nde, kendi deyimiyle, “CIA’nın en yüksek memurlarının sorularını cevapladı.”[3]
Yeni Yüzyıl gazetesinin 19 Aralık 1994 tarihli haberine göre ABD’lilerle son 9 ay içinde 15 görüşme gerçekleştirmişlerdi. Bütün bu görüşmeler sonunda Refah Partisi’nin ABD hakkındaki söylemleri yumuşamış, Terörle Mücadele politikası değişmişti. Artık: “Sen Ne Mutlu Türküm Diyene dersen o da gelir Ne Mutlu kürdüm Diyene der” diyorlardı.

Erbakan hakkında kamuoyuna yansıtılan “Amerikan karşıtlığı” sadece bir yanılsamadan, kendisinin ABD karşıtı içi boş lafları da propagandadan başka şey değildi. Muhalefette iken Çekiç Güç’e karşı açıklamalar yapan ama iktidara gelince Çekiç Güç’ün görev süresini uzatan, dediği ile yaptığı hep farklı olan sıradan bir siyasal İslamcıydı o kadar.
Erbakan ve El Kaide Uyumu
Erbakan ve Refah Partisi, Sovyetler sonrası proje için gerekli olan İslam kuşağını kurabilirdi fakat daha ileri aşamalarda birkaç yıl öncesine kadar sıkı fıkı olan Amerika ve İsrail ile ilişkileri beklenen düzeyde devam etmeyebilirdi.
Necmettin Erbakan, mesela Bosna operasyonlarında, Amerika ile birlikte hareket edebilirdi. Zaten Bosna-Hersek’e askeri birlik göndermek için 5 Mart 1994’te BM’ye müracaat eden de Erbakan hükümetiydi. Bir Müslüman devletin yanında olmak düşüncesi tabanlarında kabul görür ve operasyonun iç yüzü
anlaşılmayabilirdi. İktidar koltuğuna oturan Çiller ile birlikte Erbakan’ın ABD’ye en büyük katkısı da bu oldu zaten. Yugoslavya’da Hırvatlar ve Batılı güçler tarafından tutuşturulan ayrılık ateşine benzin taşıdılar. Dönemin Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş’in daha sonra açıkladığına göre Türkiye Bosna’ya ambargo döneminde bile silah ve mühimmat göndermişti.[4] Usame Bin ladin, Aliya İzzet Begoviç’in sarayında Alman gazeteci Renate Flottau’ya savaşmak için Bosna’ya gönüllüler ve silahları nasıl getirdiğini övünerek anlatıyordu.
Burada bir parantez açmalıyım. Refah Partisi’nin Balkanlar’da ateşe benzin taşıdığını yazdık ama Bosna’da ve Kosova’da yaşananlara sessiz mi kalınmalıydı?
Binlerce insanın sırf Müslüman oldukları için katline seyirci mi kalınmalıydı?
Elbette hayır. Ama her ne yapılacaksa bu, Batı’yla el ele vererek parçalamak için değil birleştirmek için yapılmalıydı. Batı’nın bütün o ikircikli tutumuna rağmen onların projelerine hizmet edilmemeliydi. İnsani yardıma ya da oradaki insanların hayatlarını korumak için atılacak bir adıma kimse itiraz edemezdi ama Usame Bin Ladin ve Amerika ile el ele vererek Balkanların etnik ve dini testerelerle parçalanması sadece “insani dayanışma” ile açıklanamazdı.
Bir yandan bu parçalama operasyonuna taraf olurken, diğer yandan aynı operasyonun Irak ve Türkiye üzerinde, hem de yine bizim katkılarımızla yapıldığını nasıl göremiyorduk?
Necip Torumtay buna alet olmamak için istifa etmemiş miydi?
Ya Doğan Güreş nasıl razı oluyordu buna? Aynı ordunun yetiştirdiği kişiler değil miydi bunlar?
Erbakan ve Taliban
Söz Erbakan ile ABD arasındaki tuhaf ilişkiden açılmışken bir de farklı örnek vermeliyim. Afganistan’da Taliban’a en büyük desteği daima ABD verdi. Buna karşılık Rusya ve İran bölgedeki Taliban karşıtı güçleri

desteklediler. Bunların en önemlisi Özbek General Raşit Dostum’un kuvvetleriydi. Türkiye yıllardan beri bu Türklere yardım ediyordu. O bölgede canını dişine takarak yıllarca görev yapan Kaşif Kozinoğlu bu ilişkinin arkasındaki adamdı. Taliban sadece Türk bölgelerine ve Raşit Dostum’un savunduğu bölgelere giremiyordu. Erbakan Raşit Dostum’a verilen desteği geri çekerek[5] Taliban’a ve ABD’ye yapılabilecek en büyük yardımı yaptı. Dostum’un kuvvetleri gerileyince Taliban Mezar-ı Şerif şehrine girdi ve korkunç bir Türk katliamına başladı. Elbette bunlar Şii Türklerdi.
Kaşif Kozinoğlu’na ne olduğunu biliyorsunuz. O da Erbakan’ın en iyi talebesi Recep Tayyip Erdoğan’ın iktidarında Afganistan’daki görevinden çağırılıp uydurma bir suçlamayla tutuklandı. Cezaevi duvarları arasında öldürüldüğünde daha hâkim karşısına bile çıkmamıştı.
Laf lafı açtı, nerelere geldik…
Erbakan ve ABD’nin Yol Ayrımı
Kuşkusuz Refah Partisi’nin tabanı arada, cihad ya da El Kaide gibi kavramlar olduğu sürece bir Refah-ABD birlikteliğini yadırgamazdı.
Ama Amerika ya da NATO’nun Müslüman ve Sünni bir ülkeye karşı askeri güç kullanımının yanında olamaz, bunu seçmenlerine anlatamazdı. Düşünsenize Erbakan, milyonlarca Müslüman Iraklının öldüğü, yüz binlerce kadının tecavüze uğradığı bir savaşta Amerika’nın yanında olmayı tabanına nasıl anlatacaktı?
Amerikan askerlerine başarılar dileyebilecek miydi?
Böyle bir durumda ABD askerlerinin ülkeye yerleşmesine ve diğer Sünni-Müslüman ülkelerle savaşmasına beklenen desteği veremeyebilirdi. Zaten AKP içinde gelenekçi olarak bilinen Bülent Arınç ve onun takipçileri de bu oylamada karşı tutum alacaklardı. Eski kuşaktı onlar. Ama artık yeni bir alternatif gerekliydi. Bu kişi, Erbakan’ın bile midesinin kaldıramayacağı kararları verebilecek biri olmalıydı, ABD’nin böyle birine ihtiyacı vardı ve onu çoktan bulmuşlardı.
Oktay Yıldırım
Yarın: ABD’nin “Kravatlı İktidar” Seçeneği.
Önceki Yazı: https://www.oktayyildirim.com.tr/basimiza-gelenler-5-amerikan-kurtleri-ve-ozal/
Dipnotlar
(1) https://www.odatv.com/guncel/kogus-arkadasim-ugur-mumcu-177116
[2] Rapor, eski ABD Başkanı Jimmy Carter’ın başında olduğu Stratejik ve Uluslar arası Araştırmalar Merkezi tarafından yayınlanmıştı( Soner yalçın, Erbakan, s: 309)
[3] Sabah, 23 Ekim 1994
[4] Haydar Çakmak, Kriz Yönetimi ve TSK, kaynak yayınları, s:191
[5] Haydar Çakmak, Kriz Yönetimi ve TSK, kaynak yayınları, s:223


