Milletsiz Milliyetçilik ve Kurucusunu Kaybeden Devlet
Türk milleti bugün, eğitimiyle, ekonomisiyle, bilimiyle, sanatıyla dünyanın neredeyse en gerisindeki milletlerden biri ise; her hükümet değişiminde Türk milletinin egemenlik hakkı, devlet biçimi tartışma konusu ediliyor, anayasası yap-boz tahtasına dönüştürülüyorsa; bölücü tehdit, irtica tehdidi yıllardır yok edilemediyse bunun tek sorumlusu dönüştürülen milliyetçilik anlayışı ve milliyetçilerdir. Çünkü köye sahip çıkamamışlardır.
Bu cümlenin ağırlığının farkındayım ve bunu anlatacağım.
Türk Devletinin Kurucu İdeolojisi Milliyetçiliktir
Türkiye Cumhuriyeti milliyetçilik esaslarına göre kurulmuştur. Büyük Atatürk bir Türk milliyetçisidir ve bunu her fırsatta söylemiştir. Bununla da yetinmemiş, ölene kadar yönettiği CHP’nin bütün program ve tüzüklerine yansıtmıştır. Açın bakın mesela 1935 CHP tüzük ve programına, göreceğiniz şey Türk milliyetçiliği olacaktır. Halen kullandıkları altı ok sembolü de milliyetçiliğin eseridir. Ergenekon’dan çıkış tabloları, her yere koyduğu bozkurt sembolleri, dil ve tarih çalışmaları hep o 6 ok ile yan yanadır.
Şu halde kendisine “milliyetçi” diyenlerin sırtladıkları en önemli yük, Atatürk’ün çizgisidir. Türkiye cumhuriyetinin fabrika ayarlarıdır.
Bütün bu ideoloji örgüsünün kaynağı da Ziya Gökalp’tir. Atatürk bu kaynağın önemini en çarpıcı şekilde ifade ediyor: “Bedenimin babası Ali Rıza Efendi, hislerimin babası Namık Kemal, fikirlerimin babası ise Ziya Gökalp’tir.”
Bugün kendisine “milliyetçi” diyen siyasi parti ya da oluşumların kamuoyu önündeki temsilcilerinin, eylemlerinin ve programlarının Ziya Gökalp ve Atatürk ile yakından uzaktan ilişkisi yoktur. Ne ekonomi programları ne devlet anlayışları benzer…
Türk Ocağında Softalar ve Züppeler Yoktu
Türk Ocağı, Osmanlı tarafından yıllarca yok sayılan hatta inkar edilen Türk milletinin kendini ilk hatırlamaya başladığı yerdir. Ziya Gökalp “Şarkçı softalar ve Garpçı züppeler hariç hemen herkesin ocağa üye ya da sempatizan olduğunu” söylüyordu. Fakat milliyetçiler, bu mirasa yeterince sahip çıkamadılar. O kadar yozlaştılar ki, birkaç on yıl içinde Türk Ocağı Başkanlarının Abant toplantılarında FETÖ’cülerle düşüp kalkmaya başladığını gördük. Yani Şarkçı softa kafası, dün uzak durduğu Türk Ocağı’nı adeta ele geçirdi.
Softa kafası ümmetçi, Garpçı kafası enternasyonalist olunca, Türk milliyetçiliği içindeki Türk milleti sadece laftan ibaret kaldı. Türk Ocağı o zamanlarda milliyetçilerin tek örgütü olması nedeniyle burada sembolik bir yer tutuyor, yoksa kendilerini “milliyetçi” olarak tanımlayan başka başka ocaklar ve siyasi partilerin de durumu farklı değil. Milletinin dertlerinden habersiz, bir anlamda milletsiz milliyetçiler oldular. İyi de bu nasıl oldu?
Türk Milliyetçiliği Nasıl Osmanlılaştırıldı
Bu bir iddia değil, tespit. Türk Milliyetçiliği nasıl Osmanlılaştırıldı?
Oysa bütün bir tarihi ve sosyolojik dokuyu inceleyen Ziya Gökalp, ideolojik olarak Türk ve Osmanlı ilişkisini Diyarbakır’da basılan Peyman gazetesinde şöyle anlatıyor: “Osmanlı örneği, Türk örneğinden büsbütün başka idi. Türk kalanlar Osmanlı olamamışlardı, Osmanlı olanlar artık Türk değil idiler. Hayat-ı askeriye ve siyasiyeye iştirak eden güzide gençler hangi unsura mensup olurlarsa olsunlar Osmanlılaşmaka idiler. Fakat Osmanlılaşmak Türkleşmek değildi. (…) ‘Türk’ namı, Osmanlı terkib-i millisinin en önemli unsurunun ismi olduğu için şayeste-i tevkirdir (saygıya layıktır). Fakat bu da muhakkaktır ki, Osmanlı demek Türk demek değildir.”
Ziya Gökalp’in bugünün hiçbir bilgiye dayanmayan saçma inanışları ile tam zıt olan görüşleri, bilim ve tarihin tunç gerçekleri idi ve Türkiye Cumhuriyeti bu bakış açısı ile kuruldu.
1940’lardan itibaren bazı Türkçü aydınlar özellikle Almanlardan çok etkilendiler. Onların “Avrupa medeniyetini kuran üstün Germen ırkı oldukları” tasavvurunun yarattığı özentiye, Alman bilim çevrelerinin, atlı çoban kültürünü Ön Hint-Germenlerin kurduğu iddiasıyla Türkleri Moğolların alt kollarından biri olarak sayarak aşağılaması da eklendi ve bu da bir karşı tepki doğurdu.
Bu tepkisel milliyetçilik yavaş yavaş Atatürk çizgisinin de dışına taşarak tuhaf bir şekilde Osmanlılaşmaya başladı. Özünde bir cumhuriyet düşmanı olan Rıza Nur’un hastalıklı tesirleri bazı önemli isimlere de yansıdı. Hüseyin Nihal Atsız’ın, mesela Ebussuud gibi bir Türk düşmanını “Türk büyüklerinden” sayması ya da “Vahidettin’in vatan haini olmadığını söylemesi gibi majör hatalar öğrencilerde ve halkta karşılık buldu. Özellikle 1943 yargılamalarında yapılan büyük hukuksuzluklar, bu gibi büyük hataların müelliflerini daha da güçlendirdi.
Türk milliyetçiliğinin en büyük düşmanları olan Menderesler, Necip Fazıllar, Said-i Kürdiler, Fesli Kadirler bu iklimde palazlandı ve büyüdü.
1960’lara bunların iktidar şımarıklığı ile geldi memleket, bu arada daha biz NATO’ya girmeden ABD Marshall yardımı ile bize girmiş, Türk milliyetçiliği ABD’nin kabusu olan Sovyet işgaline karşı doğu kulesi nöbetçisi olarak belirlenmişti.
Yeşil kuşak projesi Türk-İslam sentezinin üretildiği laboratuvardı. 1969 Adana Kongresi ile CKMP’nin MHP’ye dönüşmesi ve Türk-İslam sentezi denilen hastalığın Türk milliyetçiliğine bulaştırılmasıyla son darbe vurulmuştu. Atatürk’ün her yere nakşettiği o bozkurt sembolü, CKMP yerine kurulan MHP’de hilalin içine sokulmuş, artık kıskaca alınmıştı.
Atsız’ın 60’ların sonlarındaki özeleştirisi, durumu toparlamaya yetmeyecekti. 1960 ihtilalinin kudretli albayı, artık 1. Dünya Savaşı’nı İttihatçıların çıkardığını söyleyen birine dönüşmüştü ve kuşaklar bu zehirli gıda ile beslendi. Milliyetçilik ve yarattığı eserler, kendisine milliyetçi diyenler tarafından mahkum edildi.
İşe bakın ki, bu topraklardaki milliyet. çilik fikrini boğmaya çalışan, milliyetçileri zindanlarda boğduran Abdülhamit, artık milliyetçiliğin en sevdiği simgelerden biriydi.
O, aydın milliyetçilik, artık okumayan, sultan Mahmut’un kapatıp Türk milliyetçisi İttihatçıların tekrar açtığı mehtere sarılmış, milliyetçilik iddiasıyla, milliyetçiliğin kök teşkilatı İttihatçılara sövüyordu. Mehterin tekrar kim tarafından ve niye açıldığını bile bilmeden… Türk aydınlanmasının kök ideolojisi milliyetçiler, büyük bir cehaletle İngiltere Kraliçesi tarafından tasarlanıp, ayağına gelen Osmanlı sultanına verilen o aşağılayıcı armayı, adeta milli bir sembol gibi her tarafa asar hale gelmiştir.
Ve milliyetçilik bu yeni haliyle yıllarca cumhuriyet düşmanı gericiliğe eşlik etti, FETÖ gibi en tehlikelilerine de kuluçka oldu. En büyük zararı veren ve kendisine “muhafazakar demokrat” diyen liderlerin etrafları bu yeni tip milliyetçi kurmaylarla doldu. Sırtları bu aslına yabancılaşmış milliyetçiliği benimseyen kitlelere dayalıydı. Menderes’inden Özal’ına, Kenan Evren’inden FETÖ’süne kadar her cumhuriyet zararlısı, ya milliyetçiliğe yaslandı ya da desteğini aldı.
Türkiye’de sol daha ilk baştan yanlış başlamış ve “enternasyonalizm” diye diye vatansızlaşmıştı, o kadar ki neredeyse bütün sol matbuat Milli Mücadele aleyhine yazacak bir şey buluyor, destekleyen de “işin sonunda Bolşevik olunması” şartını ileri sürüyordu, fakat milliyetçilik bu devletin kurucu ideolojisiydi, köyün bekçisiydi. Köyüne gözünü kulağını kapayan bekçi, köye ne kadar sahip çıkabilirse, Türk devletini kuran ideolojinin mensupları da devletlerine ve milletlerine o kadar sahip çıkabildiler.
Türk Milliyetçiliğinin Kayıp Bilinci ve Bugünün Tiyatrosu
Bütün Türk tarihini Osmanlı’dan ibaret zanneden, öz kültürüne yabancılaşıp Araplaşmış, çocuğuna bile Arapça isimler koyan, kurduğu devletin kıyısından kenarından sırtlan ısırıklarıyla tüketilmesini sessizce izleyen ya da bunu alkışlayan bir milliyetçilik yaşıyor bu topraklarda.
Az sayıda bilinçli aydın durumu kurtarmaya yeter mi bilmem, ama milliyetçilik, savunacağı alanları boşaltmıştır, hemen dağılmak üzere sıralandığı şehit cenazelerinden başka yerde de toplanamamaktadır.
Kadın hakları savunmasında milliyetçiliği göremeyiz, çevre sorunları onları ilgilendirmiyor gibi, işçi sorunlarında neredeyse yoklar, bu alanları daha en başta sakat doğmuş olan Türkiye sol anlayışına terk etmişlerdir.
Neo-liberal ekonomik model ile uzlaşan bir milliyetçilik olabilir mi?
Sınırlarının kevgire dönmesine ve ülkesinin kaçak yabancı işgaline sessiz kalan bir milliyetçilik tasavvur edebilir misiniz?
Milliyetçilik, topraklarının ve vatandaşlık hakkının üç kuruşa pazara çıkarılmasına nasıl razı olabilir?
Devrim kanunlarının, delik deşik edilip, laik ve üniter devletin fiilen yıkılmasını, tarikatların bakanlıklarla anlaşma yapmasını nasıl içine sindirebilir? Adliyelerde şeriat çığlıkları atılmasına, askeri okullarının tarikatlar tarafından işgal edilmesine nasıl boyun eğebilir?
Düşünsenize, yabancı altın şirketlerinin kendi toprağındaki altını çıkarıp götürmesi, hatta devleti yönetenler tarafından milyonlarca dolar vergi borcunun silinmesi Türkiye’deki mevcut milliyetçilik anlayışını rahatsız bile etmiyor.
Milyonlarca dolarlık, yolsuzluk, hırsızlık, kanuna çalım atma operasyonları yapılıyor da milliyetçilik “benim yurdumu çarçur edemezsiniz” diye isyan bile etmiyor.
Amerikalı bir pilot, sabah Türk askerleri tarafından selamlanarak İncirlik üssüne giriyor, uçağına binip havalanıyor, o sırada PKK ile mücadele eden bir Türk SİHA’sını düşürüp tekrar Adana’ya iniyor ve aynı Türk askerleri tarafından selamlanarak İncirlik üssünden ayrılıyor. Göl manzaralı evinde kahvesini içtikten sonra Adana’da, mesela büyük şair İbrahim Şinasi’nin adını taşıyan sokaktaki barlardan birinde arkadaşları ile başarısını kutluyor. Türk milliyetçiliğinin bugün temsil edilen kurumsal yapısından ya da ahalisinden buna itiraz, tepki, isyan duyan oldu mu?
PKK’nın şehit ettiği askerlerimizin cenaze törenlerinde, kara gözlüklerle sıralanıp, duadan sonra “şehitler ölmez, vatan bölünmez” sloganları ile üç beş adım yürümek dışında ne yapıyor Türk milliyetçiliği? Türkiyem Türkiyem diye şarkılarını milliyetçiliğe bayrak yapanların bile bedelli askerlik yaptığı bir utanç dönemindeyiz.
Kuşkusuz özünden kopmayan, Atatürk’ün ve tarihsel izlerinin peşinde aydınlarımız, gençlerimiz de var ve fakat henüz geneli etkileyecek oranda değiller.
Kendini bir Türk milliyetçisi olarak tanımlayan bu satırların yazarına kızmayın sakın, dost acı söyler. Türk milliyetçiliği titreyip kendine gelmezse kaderi, kurduğu devlet yıkılırken ya bu yıkıma ortak olmak, ya da izlemek olacaktır.
Bu uzun uzun konuşulması gereken konuyu burada kapatmalıyım, malum bizim ahali uzun yazıları okumaz, sıkılır.
Oktay Yıldırım