Bu konuyu yıllar önce Mehmetçik kitabını yazarken, elimizden geldiğince ve Silivri Cezaevine fedakar avukat arkadaşlarımızın taşıdığı kaynaklar ölçüsünde incelemeye çalışmıştım.

    Her araştırmacı gibi ben de kendimce bir görüş oluşturmuş ve bunu Mehmetçik kitabında bir bölüm halinde yazmıştım. Çünkü Yeniçerilik sistemi, Türk askeriliği içinde önemli bir yere sahipti ve en önemli sınavlarından biri de Ankara Savaşı idi.

    Son zamanlarda, gündemin yeni oyuncağı olan “süreç” ya da ikinci PKK açılımı nedeniyle kamuoyunun algıları üzerinde mahir oyunlar oynanmaya başlandı. Cumhurbaşkanı Erdoğan bir konuşmasında “Timur filleriyle geldi, Anadolu’yu baştan başa istila etti, yılmadık. Şah İsmail içeriden dışarıdan vatanımızı sarstı, eyvallah demedik” dedi. Hem bakış açısı hem de tarihsel olarak arızalı olduğu kuşku götürmeyen bu sözler Türk devletinin Cumhurbaşkanı tarafından söylendiğinde, etkileri olur.

    Bir yandan Türk Devletleri Topluluğu kurmaya çalışırken, o devletlerin bazılarının Kıbrıs Rum tarafı ile Türk çıkarlarına aykırı ilişkiler kurmasını engelleyememenin temel sebebi de bu arızalı bakıştır. Türkistan Türklerinin Timur’a büyük saygısını, “bir millet iki devletiz” dediğimiz Azerbaycan Türklerinin ve Anadolu’daki milyonlarca Türk’ün Şah İsmail’e bağlılığını göz ardı etmek ya da umursamamak, ancak bu dönemin kör mezhep siyasetine bağlanabilir.

    Sosyal medyada bu konuda yazdığım bir kısa yazının yüzbinlerce kişiye ulaşması ve yapılan yorumların çeşitliliği nedeniyle Mehmetçik’ten bir bölümü tekrar etmeliyim. Buyurun…

     

    Yeniçerilik Sistemi: Esir Yoldaşlar Ordusu*

    I. Murad döneminde, Edirne’nin alınmasından sonra ganimetin beşte birinin devlet hazinesine verilmesi için çıkarılan Pencik (penc-i yek) yasası her beş esirden birinin veya değerlerinin beşte birinin devlete verilmesini sağladı. İşte bu beşte birlik mevcut Çan- darlı Kara Halil1 tarafından Sultan kapısında asker yapılmak üze­re devşirildi. İlk esirler, doğrudan doğruya bu ocağa alınırlar, bir akçe gündelikle Gelibolu ile Lapseki-Çardak arasında işleyen ulaş­tırma araçlarında hizmet görürler ve sonra Yeniçeri Ocağı’na geçi­rilirlerdi,2 ancak sonra uygulama değişti.

    Bursa’da Müslüman ai­lelerin yanına gönderilerek Müslümanlığı ve Türkçe konuşmayı öğrenen bu esirler daha sonra zorlu bir eğitimden geçirilerek kapı­kulu ocaklarının temelini tesis ettiler (1363). Bunlar ilk kurulan Yeniçeri­lerden farklıydı; aileleri, akrabalık bağları veya aşiretleri yoktu. Sa­hip oldukları serveti ya da yüksek rütbelere gelenlerin sahip olabil­dikleri unvanları bile miras bırakamazlardı.

    Hatta Yeniçerilerin ev­lenme hakları bile yoktu. Yani halk ile hiçbir bağlantıları bulunma­maktaydı. Memluk ve Selçuklu örneklerine göre biraz daha gelişti­rilen Yeniçeri sisteminde, bu kulların tek aidiyet bağları, kapısında kul olmak zorunda kaldıkları sultana idi… Ancak görece yüksek maaşları ve fedakârlıkları, savaşlarda gösterdikleri yararlıklar ölçü­sünde sahip olacakları neredeyse sınırsız yükselme olanakları, da­hası devlet kademesinde yüksek görevlerde bulunan kendileri gibi Hıristiyan asıllı örneklerin varlığı, yeniçeriliği onlar açısından sevi­len bir iş haline getirdi.

    Osmanlı Ordusu’nda asker olmak, geldikleri yerde sahip olabileceklerinden çok daha fazlasını vaat eden, çok iyi bir işti. “Bu, zamanla öylesine çekici bir iş olacaktı ki, pek çok Hıristiyan genci Büyük Sultanın hizmetine girebilmeyi bir düş olarak görecekti.”3 Yeniçeriler de çok geçmeden bir şeyin daha farkına varacaklardı: devlet içinde ve gerektiğinde sultan üzerinde bile ne kadar büyük bir güç olduklarının.

    Yeniçeriler ve Sünni Devletin Bektaşi Kulları Çelişkisi

    Padişah yeniçerileri Bektaşi ocağına bağlamıştı. Devlet katla­rında Ortodoks Sünniliğin hâkim olduğu Osmanlı’da, Yeniçerilerin görece daha Heterodoks bir İslam anlayışını temsil eden Bektaşi ocağına bağlı olmaları ilk bakışta bir çelişki gibi görünebilir.

    Ancak Türkmen aşiretlerinin Anadolu’ya yayılması Bektaşi dergâhlarının ve Babai dervişlerinin yaydığı gaza ideolojisinin etkisiyle olmuştur. Bu yolla Kızılbaş Türkmen kitlesi üzerinde kontrol sağlanmaya da çalışılmıştır. Bunun dışında Bektaşi dergâhları bulundukları yerler­de sınır karakolu benzeri bir askeri nitelik de taşıyordu ve Hıristi- yanlarla ilk temas eden, onlara propaganda yapan merkezlerdi.4

    Dolayısı ile katı Sünniliğin ilk temasta oluşturacağı tepki veya kor­ku, Bektaşiliğe karşı oluşmuyor ve Bizans’ın vergi zulmünden yılmış Hıristiyan halk kitlelerinin Bizans’a karşı bu Türkmen aşiretle­rini desteklemesi daha kolay oluyordu.

    Bektaşilik adeta geçiş sürecini yumuşatan bir işlev görüyordu. Bektaşiliğin, Hıristiyan esirlerin devşirilerek oluşturulduğu Yeniçe­ri ordusunda da benzeri bir işlevi olduğunu söylemek pekâlâ müm­kündür. Kaldı ki Yeniçeri ocağındaki Bektaşilik, “Ali üzerinden bir akrabalık bağıyla Ebubekir’e bağlanarak Sünnilik ile de irtibatlandı- rılabilecek bir Bektaşilikti.”5 Yani ne tam olarak Hırsitiyanlığın bı­rakılmasına aksi tesir edecek kadar Sünni, ne de Bektaşiliğin taşıdı­ğı sufi kavramların savaşkanlığı engelleyeceği kadar Bektaşiydiler.

    Tamamen o zamanki devlet ihtiyacına cevap verebilecek şekilde dü­zenlenmiş, kendine özgü bir Bektaşilikten bahsediyoruz. Bunun çar­pıcı bir kanıtını, kuruluşundan neredeyse iki yüzyıl sonra çıkan bir Yeniçeri ayaklanmasında, Erhan Afyoncu’nun yazdığı bir detay zi­yadesiyle vermektedir: 1593 yılında çıkan bir iç ayaklanmada ilk defa asiler Divan-ı Hümayun’a kadar gelmişlerdi. Ulufelerinin eksik olmasını bahane ederek Veziriazam Siyavuş Paşa, defterdar Seyyid Emir Mehmed ve Haremden Canfeda Hatun’un kellelerini istediler.

    Onları sakinleştirmek için saraya çağrılan ünlü vaizlerin, yaptıkları­nın dine aykırı olduğuna dair nasihatlerini de, “biz çoktan kâfir ol­duk, hemen bize defterdarın ve Kethüda kadının başlarını getirin” diyerek geri çevirdiler. Defterdarın peygamber soyundan olduğunu ve onu öldürmenin doğru olmayacağını söylediklerinde ise Yeniçe­riler, “Gerekse Hasan, Hüseyin başı olsun” karşılığım verdiler. Defterdar, oluşan tazyik karşısında yeniçerilere teslim olmaya karar verince Kazasker Bostanzade, “Bu divan, Yezid’in divanı mıdır ki, Al-i Resul başı yuvarlansın” diyerek buna karşı çıktı.6

    Buradaki en çarpıcı ayrıntı, Bektaşi olan Yeniçerilerin, “Hasan, Hüseyin başı dahi olsa keseriz” yollu sözlerine karşılık, Sünni olan Kazasker’in Ha­san ve Hüseyin’in uğradığı zulme gönderme yaparak kendi divanla­rının Yezid divanı olmadığını vurgulamasıdır. Adeta taraflar arasın­da replikler değişmiş gibidir. Bu ayrıntı Yeniçerilerin Bektaşiliği ko­nusundaki tespitlere hak verir niteliktedir.

    Bektaşiliğin, “Bir olalım, iri olalım, diri olalım” şeklindeki formülasyonunun, bir tür kolonileştirme hareketi olan Yeniçeri Oca­ğında, kendi aralarında birlik olmak adına önemli bir tesiri var gibi görünmektedir, ancak devlete bağlılık konusu, yetiştirilme biçimle­rinden dolayı tamamen paraya endeksli olmuştur denilebilir. Bunun çok acı örnekleri birçok kez savaş meydanlarında ve kriz dönemle­rinde yaşanmıştır.

    Timur Yenilgisi ve Yeniçerilikte Yoldaşlıktan Kulluğa Yeni Bir Dönem

    Tahta çıkan her padişah tarafından sayıları arttırılan kullar artık sadece asker olarak değil, önemli devlet kademelerinde yüksek rüt­beli memur olarak da bulunuyorlardı. “Bayezıd tahta çıktığında Ka­pıkulu askeri 7000’e çıkarıldı.”

    Ordunun idaresi hatta eyaletlerde­ki tımarlar bile bu sistemden yetişen kullara veriliyordu. Bu geliş­meler bir Anadolulu-Rumelili veya yerli-yabancı rekabetini8 baş­lattığı gibi kurucu unsurun köklü ailelerini rahatsız etti ve diğer beyliklerin düşmanlıkları bu cephenin genişlemesini sağladı. Bayezıd’ın kurmayı amaçladığı merkezi devlette, diğer Türkmenlere karşı baskı gücünü sahip olduğu kullar ordusu oluşturacaktı. İttifak halinde oldukları ise Sırplar ve Bizanslılardı.

    Anadolu’daki Beyliklerin Timur’a müracaatı ve konumuz dışın­da kalan nedenlerle 1402 yılında Ankara Ovası’nda o sırada dünya üzerindeki bilinen en güçlü iki ordu karşı karşıya geldi. Timur’un ordusu Türk-bozkır askerlik sistemine göre örgütlenmiş, tamamı Türk-Tatarlardan oluşan bir orduydu. Hammer Timur ordusunun atlarından, silahlarına ve teçhizatlarına kadar aynı renkte üniforma­lar giyen alaylardan oluştuğunu söyler. Her alayın farklı bir rengi olduğunu belirterek, bunun Asya’daki ilk üniformalı ordu olduğunu nakleder.9

    Buna karşılık Bayezıd ordusu ise, bir kısmının beyleri Timur tarafında bulunan Anadolu Türkmenleri, kendisine bağlı ücretli-devşirme kulları ve yine paralı Sırp yardımcı kuvvetlerinden oluşuyordu.10 H. İnalcık, Bayezıd’ın ordusunu, “vasallarından ku­rulu, henüz kaynaşmamış bir ordu”11 olarak niteler. Her iki ordu da yaklaşık 500 bin kişiden oluşuyordu.12

    Bağlılıklarını kıyaslamak gerekirse, Timur karşısındaki Osman­lı ordusunda maaşlarını düzenli alamamış olduklarından dolayı bü­yük huzursuzluk vardı. Vezir Ali Paşa hazineleri açıp askere para dağıtmak için Bayezıd’ı ikna etmeye çalıştı ama başaramadı. Asker ve zabitler bu nedenle Bayezıd’a çadırının önüne kadar gelerek cü­retli beyanlarda bulundular.

    Hatta ordugâhta iken Bayezıd’ın bal is­tediği bir gece ona, Sipahiler tarafından kirli bal gönderilerek, “Bal gece yenemez, çünkü arılar onu geceleyin kirletirler; hazinelerde saklanan para da bunun gibidir; felaket anı gelip çattığı vakit, artık ondan istifade zamanı geçmiş bulunur” diyerek isyanlarını dile ge­tirdiler.13 Para, bağlılığın, disiplinin ve savaşma isteğinin tek ölçü­tüydü.

    Timur’un ordusunda ise durum çok farklı idi. “Askerlerinin Ti­mur’a sadakatleri o mertebede idi ki, yalnız canlarını değil, her is­tediği zaman kendi mallarını da feda ederlerdi. Arzu etmiş olsa bir beyannamesiyle kendisini Tatarlarda peygamber tanıttırabilirdi.”14

    Sonunda, beyleri Timur tarafında olan Türkmenler, derhal karşı tarafa geçti. Paralı Sırp yardımcı kuvvetleri geri çekildi. “Sultan Bayezıd, yardımcı askerleri, bizzat kendisinin askerleri, ve­zirleri, kumandanları tarafından terk edilmiş olduğu halde 10 bin Yeniçerisiyle bütün gün akşama kadar mukavemet etti. (.) Lakin ikbal şecaate hıyanet gösterdi.”15 Hammer tam olarak bu kelime­lerle anlatır bu büyük yenilgiyi. Yıldırım baştan kaybettiği bir sa­vaşa girmişti.

    Bundan sonra esirler yerine imparatorluk sınırları içindeki Hı­ristiyan ailelerin çocukları devşirilmeye başlandı. Bunun için çıka­rılan kanun şöyleydi:

    “Papaz oğlunu ve kâfirin arasında aslı iyi olan kâfirin oğlunu alalar. İki oğlu olanın birisini alalar. Babası ve anası ölüp ye­tim kalan oğlanı almayalar, gözü aç ve edepsiz olur. Sığırtmaç ve çoban oğlunu dahi almayalar, zira onların her biri dağda büyümüşlerdir, edepsizdirler. Kel olanı almaya, fodul ve ge­veze olur. Aceleci oğlanı almayalar, kıskanç ve inatçı olur. Su­reta taze şeklinde olan köse oğlanı alınmaya, fitne ve fesat eh­li olduğundan başka, düşman gözüne ufak gelir. Doğuştan sünnetli olan oğlan alınmaya. Türkçe bilen ve kâfirdeyken ev­li olan oğlan alınmaya, yüzü gözü açık olur ve evli olan ise padişaha kul olmaz. Sanat ehli olan oğlan dahi alınmaya, zira sanat ehli olan maaş için bela çekmez.16 Çok uzun boylu olan oğlan alınmaya, ahmak olur. Çok kısa boylu olan oğlan alın­maya, fitne olur. Orta boylu alınmak gerektir.”17  Burada “maaş için bela çekmez” vurgusuna dikkat çekiyoruz.

    Köle pazarlarından alınan köleler de bu sisteme giriyor ve her yerde sayıları sürekli artıyordu. Örneğin, “Arvanid Sancağı defteri­ne (1432) göre de orada askeri sınıfın her kademesinde Padişah kul­ları ve Bey kulları, tımarlı sipahiler arasında çoğunluğu oluşturmak­ta idi. Çağdaş yerli ve yabancı gözlemcilerin açık ifadeleri, bu sis­temin Osmanlılar tarafından, beklenen sonuçları bilinerek uygulan­dığını kanıtlamaktadır.”18

    OKTAY YILDIRIM

    Dipnotlar

    *Oktay Yıldırım, Mehmetçik, Tarihsel ve İdeolojik Kökeni, Kaynak yayınları, istanbul 2010

    1. Çandarlıların Yeniçeri ocağı üzerindeki etkinlikleri çok uzun sürdüğü ve bu et­kinliğin son Çandarlı’nın katline de sebep olduğu biliniyor. Ancak bu kuruluş aşamasında, Yeniçeriler üzerinde bir kurucu nüfuz elde edilerek bunun sadaret elinde sürekli bir güç olarak bulundurulması ve ailenin geleceği hesaplanmış mıdır? Bu bir tartışma konusudur, ama konudan sapmamak için buna girmiyoruz.
    2. Prof. Dr. Cemalettin Taşkıran, Yüzyıllardır Harbiye-Harbiye’nin 180 Yıllık Ta­rihi ve En Büyük Harbiyeli Atatürk, Doğan Kitap, Nisan 2009, s.31.
    3. Nahoum Weissman, Les Janissaires, Etude de l’organisation militaire des otto- mans, these, Paris, Nizet, 1938., s.13’ten aktaran: Mevlüt Bozdemir, age, s.56.
    4. Nejat Birdoğan, Anadolu’nun Gizli Kültürü Alevilik, Kaynak Yayınları, Ağustos 2006, 5. basım, s.120, 121. Yine, İrene Melikoff, “Bektaşiler”, Bilim ve Ütopya, sayı 191, Mayıs 2010, s.24. Melikoff, Hıristiyan bölgelerde yerleşen Bektaşile- rin yerli Hıristiyan ahali ile ilişkilerini şöyle açıklar: “(.) Dervişlerin hoşgörü­lü hatta dinler üstü eğilimleri; henüz Şamancı âdetlere yakın bir gelenekle alkol­lü içkiler içilen, hatta haşhaş kullanılan sofraları ve coşkun danslara ilahiler ka­rışan merasimleri, yörede yaşayan veya zaviye hizmetlerinde çalışan Hıristiyan­lar üzerinde etkiler uyandıran çekiciliği ile Türk kültürünün ve İslamın bir ya­yılma merkezi olabiliyordu.”
    5. Prof. Dr. Nejat Kaymaz, Kuruluşundan Lale Devrine Osmanlı imparatorluğu, Kaynak Yayınları, Ekim 2002, s.42. Ayrıca Yeniçerilerin Bektaşiliği ile ilgili bkz. İrene Melikof, agm, s.28; Dr. Doğu Perinçek, Osmanlı’dan Bugüne Toplum ve Devlet, Kaynak Yayınları, s.107.
    6. Konunun ayrıntıları için bkz. Erhan Afyoncu, Ahmet Önal, Uğur Demir, Os­manlı imparatorluğunda Askeri isyanlar ve Darbeler, Yeditepe Yayınevi, İstan­bul, 2010, s.40, 41.
    7. Prof. Dr. Halil İnalcık, Devlet-i Aliye, T. İş Bankası Yayınları, Ekim 2009, 39.baskı, s.69.
    8. N. Kaymaz, age, s.35 vd.
    9. Hammer, Büyük Osmanlı Tarihi, c.1, s.193. Ayrıca bkz. Lamartine, age, s.108.
    10. Hammer, age, c.1, s.194.
    11. Hammer, age, c.1, s.68.
    12. Alphonse de Lomartine, Osmanlı Tarihi, çev: Serhat Bayram, Kapı Yayınları, Şubat 2011, s.110
    13. Hammer, age, c.1, s.194. Ayrıca bkz. Lamartine, age, s.109
    14. Hammer, age, c.1, s.170
    15. Hammer, age, s.196
    16. ” Maaş için bela çekmek!” Bu saptama paralı (profesyonel) askerlik mantığını çarpıcı bir şekilde açıklamaktadır. Hem de yüzyıllar öncesinden…
    17. Erhan Afyoncu, Ahmet Önal, Uğur Demir, Osmanlı imparatorluğunda Askeri isyanlar ve Darbeler, Yeditepe Yayınevi, İstanbul, 2010, s.2, 3.
    18. H. İnalcık, age, s.206. İnalcık 9 nolu dipnotunda şu bilgiyi nakleder: “II. Murad devrinde Yazıcızade Ali (Selçukname, Topkapı Sarayı No: 566, 23) padişahlığın kullara sahip olmakla mümkün olduğunu ifade etmiştir (karş. N. Machiavelli, The Prince, Chapter IV). Kemal Paşazade (Millet Kütüphanesi, İstanbul, No.25, v.11-12) gılmanın hepsi padişah kapısında eşit olduklarından hiçbiri diğerleri üstüne çıkmayı ve saltanat iddiasında bulunmayı aklından geçirmez der”.
    About Author

    Oktay Yıldırım

    Yorum yap

    E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir